Ahmet Makal, Türkiye’nin en geniş ve nitelikli klâsik müzik kayıt koleksiyonlarından birine sahip ve 1996’dan beri TRT Radyo-3’te yayınlanan ‘’Yorumlar Yorumcular’’ adlı radyo programını hazırlıyor. Kendisiyle klâsik müzik, radyoculuk ve koleksiyonculuk üzerine çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Ahmet Makal aslında bir sosyal bilimci, yani müzik onun sadece ‘hobisi’. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü emekli öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ahmet Makal’ın ana uzmanlık alanı Türkiye emek tarihi. Akademik alandaki çok sayıda kitap ve makalesi yanında; 130’u aşkın müzik yazısı da bulunan Ahmet Makal, bilim ve sanatı yaşamın birbirini tamamlayan iki yüzü olarak görüyor. Kendisine 11 Aralık 2021 günü Ankara’da gerçekleştirdiğimiz söyleşi ve keyifli sohbeti için çok teşekkür ediyoruz.

Klâsik Müzikle tanışmanız nasıl oldu? Müzik yolculuğunuzu kısaca anlatabilir misiniz?
Ben babamdan dolayı kitap okunan ve yazılan bir evde doğdum ve büyüdüm. Çocukluğumda oyuncaklarım da kitaptı. Edebiyat gündelik yaşamımızın bir parçasıydı ama müziği ben keşfettim. O zamanlar henüz merkezî olarak klâsik müzik yayını yapan radyolar yoktu, sadece yerel düzeyde yayın yapan Ankara ve İstanbul İl Radyoları günün belirli saatlerinde müzik yayını yaparlardı. Bunun dışında yabancı radyoları dinlerdik. 1960’lı yıllardan söz ediyoruz. Henüz dijital platformlar olmadığı gibi CD icat edilmemişti, kaset de yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Bir anlamda müziğe doğru çekildim diyebilirim. Daha sonra bu ilgimin üzerine giderek, dinleme yanında okumalar da yaparak bilgimi, zevkimi geliştirme olanağını buldum. Aslında müziğe rock’la başladım; 18 yaşıma kadar rock dinledim. Hani “once a rocker, always a rocker” derler ya, aslında rockçının eskisi olmaz, hâlâ rockçıyımdır. Daha önce de plâklarım vardı ama koleksiyon anlamında bu işe 1974 yılında başladığımı söyleyebilirim. Plâk devri, 1986-87’ye kadar sürdü. 1982’de CD çıktı ve artık CD’ye geçeceğimiz belli olmaya başladı, dolayısıyla plâk almayı 80’lerin ortalarında kestim. 1990’dan itibaren de koleksiyonum esas olarak CD’lerle devam etti. Plâklarıma baktığınızda yarısı pop-rock, yarısı klâsikti, fakat CD’lerimin % 99’u klâsiktir. Ben rock’tan klâsiğe -öğrenci deyişiyle- yatay geçiş yaptım. Klâsik müziğe merak sarmamın başlangıcında Beethoven’in 9. Senfonisi, Gershwin’in Mavi Rapsodi’si, Rimsky-Korsakov’un Şehrazat’ı gibi sevilen eserler etkili olmuştu. Ben sınırlı bilgimle bu kadar sevecek şey bulduysam daha neler vardır klâsik müzikte diye düşündüm ve okuyup dinlemeye başladım. Daha sonra 80’lerin sonundan 90’ların sonuna kadar ciddi bir caz dinleyicisiydim. Sonra baktım, hepsi bir arada olmuyor; kendimi daha çok klâsik müziğe odakladım. Hâlâ rock ve caz dinlerim, fakat ana odağım klâsik müzik oldu. Benim için müzik entelektüel bir merak, bir anlamda felsefeyle ilgilenmek gibi bir şey. Sadece ses olayı değil, dolayısıyla çok zaman ayırdım, çok okudum. Kayıt koleksiyonumun yanında Türkçe ve İngilizce eserlerden oluşan iyi bir müzik kitaplığım var. Bir de işin olmazsa olmazı dergiler tabii. Bir ara 7 ayrı İngilizce klâsik müzik dergisine aboneydim. 1995’te o zamanki adı Radyo Radyo olan Ankara Üniversitesi Radyosu’nda radyo yöneticisi dostlarımın önerisiyle program yapmaya başladım. Bir yıl boyunca canlı yayın yaptım. 1996’dan itibaren de TRT Radyo-3’teki programıma başladım, şimdi ise 27. yılındayız. Arada 2 yıl kesinti oldu; brüt olarak 27, net olarak 25 yıllık bir deneyim. 1250. programım bu sıralar yayınlanıyor olacak.
Aynı zamanda müzik yazılarınız da bulunuyor, bu serüven nasıl başladı?
Müzik yazılarım 1990’lı yılların sonunda başladı. İlk yazım 1999’da, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle Radikal gazetesinin hafta sonu ilâvesi olan Radikal 2’de yayınlandı. Kadın müzikçilere ilişkin bir yazıydı. Sabah kalkıp gazeteyi almaya nasıl heyecanla gittiğimi hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Radikal 2’de 15 kadar yazım yayınlandı; sonrasında ise Andante dergisi çıkmaya başladı, orada düzenli olarak yazdım. İlk 50-60 sayının hepsinde yazım vardı. “Büyük Yorumcular” köşemde hayatlarıyla, sanatlarıyla, kayıtlarıyla büyük yorumcuları değerlendiriyordum. Ayrıca ‘”Ahmet Makal’ın Koleksiyonundan’’ köşesi yaptık; bu köşede de bir bestecinin koleksiyonumdaki kayıtlarını değerlendiriliyordu, örneğin ‘’Koleksiyonumdaki Debussy’’ gibi… ‘’Şeytanın Al Dedikleri’’ isimli bir köşem oldu; orada da yeni ithal edilen CD’leri değerlendiriyordum.
Koleksiyonculuğa nasıl başladınız? Büyük emek ve bütçe gerektiren bir hobi bu kuşkusuz.
1974 yılında kardeşim yurtdışından ısmarladığım 18 plâk getirmişti. Bu, koleksiyonumun başlangıcı oldu. Demek ki 48 yıl olmuş. Başlangıçtan itibaren benim ilgim ağırlıklı olarak hep yorumculara yöneldi. Dolayısıyla ben 48 yıl boyunca esas olarak sevdiğim sanatçıların kayıtlarını toplamaya çalıştım. Kayıtlarını izlediğim ve topladığım sanatçılar saymakla bitmez, ama ilk sıra hep büyük Rus piyanist Sviatoslav Richter’in oldu. Richter’in plâk ve CD olarak koleksiyonumdaki kayıtları sanıyorum 500’ü geçmiştir ve bu dünya ölçeğinde ciddi bir Richter koleksiyonu olarak değerlendirilebilir. Koleksiyonculuk insanı çok geliştiren bir uğraş. Yeni sanatçılar tanıyorsunuz, bu da oldukça heyecanlı bir süreç; sonra onların kayıtlarını toplamaya başlıyor, bu süreçte yeni besteciler ve eserlerle tanışıyorsunuz. Ama işin hak ettiği zamanı ve enerjiyi de vermeniz lâzım. Bazen belli kayıtları edinmek için peşlerine düşüyor, yıllarca uğraşıyorsunuz. Örneğin bir defasında büyük Rus şef Yevgeny Mravinsky’nin 20 CD’lik bir koleksiyonunu tamamlamak için çok çaba harcamıştım. Kayıtlar ilk çıktığında ihmal etmişim, yıllar sonra aklım başıma geldi ve toplamaya başladım. 7-8 tanesini buldum; sonrasında tek tek devam ettim. Çabam iki yıl boyunca devam etti; her yurtdışına giden arkadaşım bana Mravinsky CD’leri aradı. İki yılın sonunda 19 CD tamamlanmıştı ve sadece tek bir CD eksikti. O CD de üretici ve dağıtıcı firma ile mağaza kataloglarında da tükenmiş görünüyordu. Bir koleksiyoncu için gerçekten çıldırtıcı bir olay. Yıllardır İngiltere’den sipariş verdiğim bir firma vardı; olmadığını bile bile umutsuz bir şekilde sipariş verdim. Bir gün Fakülte’ye geldiğimde, masamda bir paket vardı ve içinden o eksik CD çıktı. Sevincimi düşünebilirsiniz tabii… Aynı şekilde Karajan’ın 9 setten oluşan toplu senfoni edisyonu vardı, onu da birkaç sene uğraşarak tamamlayabildim. Tamamlayamadıklarım da oldu elbette. Örneğin, Hollanda’lı şef Bernard Haitink’in bir senfoni dizisi vardı, 7-8 kutuluk. Hepsini buldum, fakat Çaykovski setini ne yaptıysam bulamadım. Yıllar geçtikten sonra firma o setin yeni baskısını çıkarttı. O baskıyı aldım, yerine koydum ama tabii o koleksiyon tamamlanmış sayılmıyor; başka edisyon, başka baskı, başka renk… Böyle tamamlama ya da tamamlayamama maceralarım çoktur, yıllar boyunca süren. İşin sıkıntısı da zevki de burada diyelim.
Dediğiniz gibi koleksiyon çok maliyetli bir şey. Ama mâkûl bir geliriniz varsa, yemeyip içmeyip koleksiyonunuzu geliştiriyorsunuz. Tercih sıralamanızda en üste koyuyorsunuz bunu, önce ona ayırıyorsunuz paranızı. Erasmus’un bir sözü vardır, ‘’Biraz param olursa, kitap alırım; eğer artarsa da yiyecek ve giyecek’’ der. Bizimki de biraz öyle işte. Maliyet yüksek olmakla birlikte, gözünüzde büyütmüyor, zevkle katlanıyorsunuz. En ciddi sorun aslında mekân, yer sorunu. Ben bu nedenle ev değiştirdim. Eski evimde CD’ler artık yerlerde kümelenmeye başlamıştı. En sonunda, “Çocuklar sizi kurtaracağım” dedim onlara ve taşındım. Şimdi yaşadığım evde, iki oda tümüyle CD’lere ayrılmış durumda ve evin diğer köşelerinden de CD’ler sarkıyor. Bir CD, koleksiyonuma girdiği zaman hayatıma da girmiş oluyor. Hayatınıza bir insan girmiş gibi… Onu çalmasanız bile... Koleksiyonumda epeyce jelatinleri açılmamış CD vardır, çünkü hepsini dinlemeye bir insan ömrü yetmez, bir de dinlemek istediğim zaman açmayı seviyorum

Özellikle Youtube, Spotify gibi mecralar nedeniyle koleksiyonculuk öldü mü? Önümüzdeki 10 yılda devam eder mi? Yeni bir dijital koleksiyonculuk olur mu?
Bu mecralar daha geniş ve yaygın bir kullanım olanağı sağlıyor. Ancak bir bölümü CD kalitesinde müzik sağladığı halde, maliyeti de CD maliyetini neredeyse aşıyor. Bir bölümünün ise ses ya da ses+görüntü kalitesi arzu edilenin çok altında. Ben de genç bir üniversite öğrencisi olsam herhalde şimdiki gibi bir koleksiyonculuğa başlamaz, müzik zevkimi dijital mecralar aracılığıyla tatmin etmeye yönelirdim. Ancak, bütün bu gelişmelerin klâsik anlamda kayıt koleksiyonculuğunu öldüreceği kanısında değilim. Çünkü o, salt müzik dinlemenin de ötesinde bir hayat tarzı. Diğer taraftan dijital ortamda müzik dinlemek; bir plâğı zarfından çıkarıp temizleyerek platoya koymanın, kitapçığını karıştırıp, okumanın, fotoğraflara bakmanın yerini alabilir mi hiç?
Sizin klâsik müzikteki asıl ilginiz yorumcular üzerine. Konu yorumlamaya geldiğinde aklımızda uzun zamandır şu soru var: Bestecinin arzusunu yerine getirmek konusunda bir hemfikirlik var gibi fakat bir yandan da hepimizin beğendiği ayrı bir yorumcu var, bazen aynı eseri farklı yorumculardan dinlemeyi de seviyoruz. Aslında yorumcunun kendinden kattığını görmek istiyor ama bir yandan besteciye karşı gelmesini istemiyoruz. Buna baktığımızda yorumcuların kendi kattıkları yoruma ne kadar yer var sizce?
Müzikte yorum nedir tartışılıyor tabii. Müzik öyle bir sanat ki, bestecinin yazdığı eser mutlaka ve mutlaka birinden geçerek hayata kavuşuyor. Yani ressam resmini yapıyor, bakıyorsunuz; edebiyatçı romanını yazıyor, okuyorsunuz. Fakat bestecinin yazdığı eseri mutlaka bir müzisyenin ya da müzisyenlerin seslendirmesi gerekiyor. Dolayısıyla araya birileri giriyor. Araya birileri girdiği zaman, o birilerinin duyguları, düşünceleri ve anlayışı giriyor. Yorum dediğimiz şey buradan çıkıyor, farklılıklar buradan çıkıyor. Diyelim bir Brahms senfonisini dinlediğiniz zaman, ön plânda örneğin George Szell’de orkestranın virtüözitesini hissederken, Bruno Walter’de müziğin lirizmini duyumsuyorsunuz. Yorum, sanatçının o müzikte ve partisyonda ne bulduğu; kendi prizmasından geçirerek dinleyiciye nasıl yansıttığıyla ilgili. Şu kaçınılmaz bir şey tabii; müzik illâki birilerinden geçerek hayata kavuşacak. Ama o birilerine ilişkin hiçbir sınır olmamalı mıdır? O birinden müziğin eserin ruhuna uygun bir şekilde geçmesi var, bir de o müziğe yapay biçimde müdahale edilmesi var. Aşırı durumlarda, örneğin piyanist oturuyor öyle bir çalıyor ki, sanki bestecinin değil de kendisinin eseriymiş gibi. Ben bunun çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Bestecinin eseri esastır ve onu, eserin akışını bozmadan minimum müdahale ile aktarmak lazım. Bu anlamda, ben kişisel olarak eski kuşak sanatçıları daha çok seviyorum. Beethoven’in sesi olarak düşündüğüm Wilhelm Kempff’in Beethoven’ın piyano sonatlarını, örneğin Fırtına Sonatı’nı çalışını düşünün. Müzik o kadar doğal akıyor ki, kendi hiçbir müdahalesi yok gibi geliyor. Ya da Arthur Rubinstein’ın Chopin’ini dinlediğiniz zaman; Chopin çalıyor gibi hissediyorsunuz. Genç kuşak sanatçıların bazılarında ise daha bir kendini gösterme arzusu görüyoruz. Yani yapılacak her şey yapılmış aslında; Kempff de çalmış, Richter de çalmış. Düşünün siz de 25 yaşında bir piyanistsiniz. İlle de özgün bir şey yapacağım derken, kendini müzikle oynamak durumunda hissedenler oluyor. Müzik akmalı bence, o nedenle daha çok eski kuşak sanatçılara yakınım sanırım.
Günümüzde öne çıkan bir ‘tarihsel doğruluk’ (historically informed) performans trendi var; bu yaklaşımda olabildiğince zamana ve bestecinin arzusuna yaklaşmak hedefleniyor. Bu sizce yorum çeşitliliğini düşürüyor mu?
Bestecilerin eserleri, elbette esas olarak kendi dönemlerinin müzik anlayışlarını yansıtıyor ve o dönemin müzikal enstrümanları göz önünde tutularak yazılmış. Ama Bach’ın, Mozart’ın müziği aradan yüzyıllar geçtikten sonra modern enstrümanlarla, modern orkestralarla ve modern anlayışla icra ediliyor. 1960’lardan sonra, eserleri yazıldıkları dönemin çalgılarıyla ve icra anlayışıyla seslendirmeyi esas alan “dönem çalgıları okulu” ya da “otantik okul” çıktı ve gelişti. Bu okulun mensupları, barok dönemden başlayan ama daha sonra diğer dönemlere de uzanan eserleri, bu anlayış içerisinde seslendirdiler ve kayda aldılar. Burada temel savunu, eserleri bestecinin kafasında duyduğu ve partisyona aktardığı biçimiyle çalmak ve duyurmaktı. Buna karşılık, eserlerin yazıldığı zamanlardan bu yana çalgıların ve icra anlayışının geliştiği savunusuyla bu görüşü reddedenler oldu. Sonuçta çok tartışmalar oldu, dönem çalgıları okulu ilk baştaki hızını kaybetti ama sonuçta modern çalgılar kullanmakla birlikte dönemlerin icra anlayışlarından etkilenen ve iki anlayışı bir yerde uzlaştıran Harnoncourt, Mackerras gibi şefler ortaya çıktı. Ben bu konuda, her ikisinden de vazgeçmek düşüncesinde değilim. Elbette modern çalgıların getirdiği olanaklardan faydalanmalıyız ama eserleri dönem çalgılarıyla dinlemenin de çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bence ikisi ayrı ayrı güzellikler ve bir arada yaşayabilirler. Sorunuzu net bir şekilde cevaplandıracak olursam, bu gelişme bence yorum çeşitliliğini azaltmadı, tam tersine zenginleştirdi.
Klâsik müzik kitlesinin gitgide yaşlandığını görüyoruz maalesef. Yorumculuk açısından klâsik müzik bence hiçbir zaman ölmeyecek; ülkemizde de yeni yorumcular, konserler belli bir kitle tarafından takip ediliyor. Fakat klâsik müzik kitlesi bile, ufak bir azınlık haricinde, çağdaş klâsik müzik eserlerini dinlemiyor, takip etmiyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Çok sıkıntılı bir noktaya temas ettiniz. Klâsik müzik, zaten dinleyicisi çok olan bir müzik değil. Yanlış bir bilgi vermiş olmayayım ama 1980-90 yıllarında dünyada tüm plâk satışlarının sadece %5 ile %10 arasında bir oranı klâsik müziğe aitti. Bu zaten düşük bir orandı, şimdi daha da düştü. Şimdi olsa olsa % 2-3 civarında çıkar bu oran. Bu dinleyicilerin büyük bir bölümü de klâsik müzik daha yaygınken onu dinlemiş ve sevmiş insanlar, yani günümüzün göreli olarak daha yaşlı insanları. Bu insanlar yaşama veda ettikçe, klâsik müzik dinleyenlerin sayısı çok daha düşecek. Herhangi bir konser salonuna baktığınız zaman bunu rahatça görebilirsiniz. Tabii ki bu durum, sadece yaşla da ilgili değil, eğitim ve gelir düzeyiyle de alâkalı. Klâsik müzik pahalı bir müzik. Önemli bir sanatçının konserine gitmek isterseniz dünya kadar para ödemeniz lâzım; plâk, CD almak isterseniz belli bir bütçe ayırmanız lazım. Yani bu maliyetleri ancak belli bir gelir ve eğitim düzeyinin üzerindeki insanlar karşılayabiliyor. Diğer taraftan tüm dünyada hükümetlerin klâsik müziğe ayırdığı destek azalmış durumda ve genel olarak kültürsüzleşme olarak niteleyebileceğimiz bir durum da var. Klâsik müzik bu anlamda tıkanmış durumda bence. Hakikaten bir kriz var. Ben bu krizin devam edeceği kanaatindeyim. Durup dururken klâsik müzik dinleyenlerin sayısı niye artsın?
Böylesine umutsuz bir tablo içerisinde, çağdaş müziğe yönelik ilginin de giderek azalması doğal. 20. yüzyıl sonları - 21. yüzyıl başları itibariyle çağdaş müzikler, daha anlaşılması güç müzikler. Klâsik müzikte dinleyici ile besteci arasında var olan uçurum çağdaş müzik söz konusu olduğu zaman, daha da büyüyor. Diğer taraftan baktığınızda da, bestecilerin de kendi sanatlarının geldiği noktayı devam ettirecek çalışmalar yapmaya devam etmesi lazım. Şu anki bestecilere gidip sen 19. yüzyılın müziğini yaz diyemezsin, hepsi yazabilir o müziği aslında, ama yazmamalı. Dolayısıyla bu uçurumun nasıl kaldırılacağına dair bir çözüm de gözükmüyor.
Örneğin opera evleri bu sorunu biraz daha sansasyonel sahnelemelerle kapatmaya çalışıyor; bu konuda ne düşünüyorsunuz ?
Ben bu tür sahnelemeleri çok sevmiyorum, soruna bir çözüm getireceğini de düşünmüyorum. Mozart’ın Cosi fan tutte’si, Don Giovanni’si, Figaro’su ya da Verdi’nin Otello’su ve diğer operaların birçoğu tamamen evrensel insan özelliklerini yansıtan eserler. Siz bu eserleri sahnelerken başka zaman ve mekânlara ve başka kostümlerle taşıdığınız zaman, modernleştirmiş olmuyorsunuz. Aslında bu konuştuğumuz konular sadece klâsik müziğe ait sorunlar da değil. Örneğin rock üstadı bir arkadaşıma ‘Ben 70’lerde bıraktım rock’ı’ dediğimde, arkadaşım ‘Hiçbir şey kaybetmiş değilsin Ahmet’ demişti. Klâsik müzikteki tıkanıklık başka bağlamlarda diğer müziklerde de var. Baktığınızda günümüzde Pink Floyd’un, Led Zeppelin’in bir karşılığı var mı? Açıkçası çok umutlu değilim, insanlık 21. yüzyıl itibariyle bu kültürel sorunları aşamaz diye düşünüyorum, hatta sorunlar daha da büyür. Çünkü insanların öncelikleri değişti; kültürün, sanatın, doğanın, çevrenin yerini zihinlerde para, finans, rant gibi şeyler aldı.
TRT Radyo-3’teki ‘Yorumlar Yorumcular programınızdan bahsetmiştik. Bize biraz daha programı planlayışınızdan, nelere dikkat ettiğinizden bahsedebilir misiniz?
Yıllık 52 programı, mümkün olduğunca önceden planlamaya çalışıyorum. Hangi haftada hangi bestecilere, eserlere ve yorumculara yer vereceğimi planlarken, sanatçılara ilişkin yıldönümleri de dikkat ettiğim önemli ölçütlerden biri oluyor. Örneğin önümüzdeki Şubat’ta bir piyanistin 110. ölüm yıldönümü; o benim kafamda var, ona uygun bir program yapacağım. Zihnimde ayrıntılar oluştukça da, onları not ediyorum. Ne çalacağınıza karar vermek programcılığın en zor işlerinden. Bizim programlar 58 dakika oluyor; bunun 1,5-2 dakikası giriş ve çıkış sinyal müzikleri; diyelim ki 56 dakika kaldı size müzikler ve metin için. Çalmak istediğiniz müzikleri her zaman çalamazsınız, süreler denk gelmez. 50 dakika müzik, 6 dakika aşağı yukarı metin oluyor. Örneğin Karajan’ın Strauss kayıtları diyelim, bende bütün kayıtları var. Açıyorsunuz önünüze, 7-8 tane CD. 50 dakikaya hangisi tamamlar; hangisi hangisiyle müzikal açıdan bir araya gelir diye bakıyorsunuz. Meselâ programın birinde Don Juan ile Metamorfozlar bir araya geliyor, halbuki siz Metamorfozlar’ı değil de başka bir eseri çalmak istemiş olabilirsiniz; fakat süreden ötürü çalamıyorsunuz. Tabii ki ufak esneme payları var; geçiş müziğini uzatabilir ya da kısaltabilirim ama gene de bir sınır var. Önce eserleri yerleştiriyorum; giriş çıkış anonslarını koyuyorum. Şimdi şunu dinleyeceksiniz, şimdi şunu dinlediniz gibi… Eserler hakkında açıklama varsa - meselâ Strauss’un Don Juan senfonik şiiri neyi anlatıyor? - onu ekliyorum. Sonra da metni hazırlıyorsunuz; örneğin Karajan’ın Richard Strauss müziğiyle yakınlığı nedir vb. gibi. Sonuç olarak 2,5-3 sayfalık bir metin ortaya çıkıyor. Sonrasında spiker arkadaşınız stüdyoya girip metni seslendiriyor. Ben 27 yıl boyunca TRT’nin iki olağanüstü spikeriyle sürekli çalışma bahtiyarlığını yaşadım. Sevgili Şebnem Savaşçı ve Hafize Okan’ı bu vesileyle teşekkür ve sevgilerimle hatırlıyorum. Seslendirme açısından bu kadar şanslı olduğum için, programlarımı kendim seslendirmeyi ise hiç düşünmedim. Seslendirmeden sonra ise teknisyen arkadaşla montaj odasına giriyoruz; tüm malzemeyi bir araya getirip programa nihaî biçimini veriyoruz ve bu hâliyle yayına giriyor.
Radyo-3 bizim için çok çok değerli bir kaynak. Sizce limitli bir kitleye mi ulaşıyor? Yeni dijital platformlar karşısında (podcast vb.) radyoculuğun geleceği nasıl olacak?
Tabii ki yeni dijital platformlar radyoculuğu da etkiledi. Ama radyoculuk yerinde, yaşamaya devam ediyor ve edecek; çünkü onun yerini hiçbir şey tutmaz, o bir müptelâlık. Radyoda tabii ideal bir durumdan söz ediyoruz; yaptığı işe gerçekten hâkim bir programcı, size müziğiyle, bilgisiyle, sohbetiyle bir dinleti sunuyor. Diyelim ki bir Beethoven senfoni programı yapacaksınız, bunun arkasında çok uzun yılların bilgi birikimi ve deneyimi var. Kendi başına dijital mecralardan açıp bu senfonileri dinleyecek bir insanın bu kadar kalabalık bir mecrada yolunu kaybetmesi işten bile değil. İnsanın o korkunç zengin dijital mecralarda neyi seçip, neyi dinlemesi gerektiğini bilebilmesi mümkün değil. O anlamda radyoculuk hâlâ çok önemli ve varlığını sürdürecektir. Diğer taraftan radyoculuk da yeni teknik gelişmeleri, örneğin dijital yayıncılık ve podcast gibi uygulamaları yoğun biçimde kullanıyor. Örneğin TRT Radyo-3’ün podcast yayınlarıyla, “Yorumlar Yorumcular” da dâhil olmak üzere birçok programın eski kayıtlarına da ulaşılabiliyor.
Uzun zamandır Türkiye’de bahsettiğiniz seviyede yorumcuları maalesef çok nadiren ağırlayabiliyorduk, bir de üzerine pandemi yaşadık. AKM’nin tekrar açılmasıyla bu sizce değişecek mi?
1980’lerde ülkemize konserler vermek üzere çok önemli sanatçılar geliyordu. Benden önce 50’lerde 60’larda ise Rubinstein, Kempff, Menuhin gibi çok büyük sanatçılar gelmiş. Artık bu ölçüde sanatçıların gelmiyor oluşu, bir ölçüde maddi olanaklarla bağlantılı, eskiden ayrılan fonlar daha fazlaydı. Diğer taraftan ise konuştuğumuz gibi, klâsik müziğe olan ilgide bir zayıflama oldu. 70’li, 80’li yıllarda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Cuma geceleri ve Cumartesi sabahları konser verirdi. Cumartesi günleri daha çok öğrenciler izlerdi. Cuma geceleri ise daha çok protokol ve yetişkin insanlar içindi; kürklü hanımlar, bürokratlar vb… Saatlerce bilet sırası beklediğimizi hatırlıyorum. Şimdi ise artık tercihler değişti. Dolayısıyla konuştuğumuz şeyleri eski dönemin koşullarının devam etmediği bir platformda değerlendirmek durumundayız, devir çok değişti; pandemi de bu durumları pekiştirdi. Ümit edelim ki, pandemi sonrasında olumlu değişimler yaşansın.
Koleksiyonculuk tarafınıza geri dönersek, 20.000’den fazla kaydın bulunduğu çok önemli ve değerli bir klâsik müzik arşiviniz var. Arşivdeki CD’lerin kayıtlarını tutuyor musunuz?
Ben koleksiyonculuğa başladığımda bilgisayarın kendisi henüz yoktu ortada. 1996’da ilk bilgisayarımı aldım, ilk CD’lerimi ise 1990’da almıştım. Dolayısıyla bilgisayarımı aldığımda zaten belli sayıda CD’im vardı. Belli bir zaman geçtikten sonra Microsoft Word’de CD’lerimin kaydını tutmaya başladım. Başlangıç dönemlerinden birkaç bin CD’lik bir kayıt eksiğim var. Ondan sonrasında ise kayıtlarım daha ayrıntılı, ancak belli bir formatım yok. Meselâ bir set alıyorum, bunun içeriğini bir firmanın kataloğundan kopyalıyorum. Tabii hepsinin formatı ayrı oluyor böyle yapınca. Bu nedenle, bu konudaki hazır kataloglama programlarından faydalanmam ise mümkün olamadı. Benim için şu önemli; aradığım zaman bir kaydın bende olup olmadığını anlayabilmek ve kabaca içindeki eserleri görebilmek. Kayıtlarım bana bu olanağı rahatlıkla sağlıyor.
Aradığınız kaydın yerini bulmak bile zor olsa gerek?
Kayıtlarınızın yerleşimi son derece düzenli ve milimetrik olmalı, aksi takdirde aradığınızı bulamazsınız. Kütüphaneciler rafta yerinde olmayan kitabı kaybolmuş sayarlar, burada da öyle. Size şöyle söyleyeyim, dünden beri bir CD arıyorum, bulamıyorum (gülüşmeler). İki sene önce de başıma gelmişti. Edward Grieg’in lirik parçalarının akordiyonla yapılmış bir kaydı vardı. Bir yere yerleştirmek zordu bu CD’yi. Piyano, keman olsa konulacağı yer belli ama akordiyon tek kaldı ve ben de aklımca uygun bir yere koydum. Aradan birkaç sene geçti, aklıma düştü, başladım aramaya. Günlerce bulamadım. Çok zaman geçtikten sonra bir yerden çıktı. İki gündür başka bir şeyi arıyorum. Belçikalı besteci Guillaume Lekeu’nün bir seti. Belçikalı olduğu için Fransız bestecilerin yanına koymak uygun gelmişti. Defalarca baktım. Meğer gerçekten ordaymış ama defalarca bakmama rağmen görmemişim, kutunun renginden başka bir koleksiyon zannetmişim. Sonrasında bütün koleksiyonu taradım, bulamadım. Bugün tekrar baktım ve oradaymış.


Siz aynı zamanda koleksiyonunuzu isteyenlerle de paylaşıyorsunuz, kayıt arayanlara gönderip faydalanmalarını sağlıyorsunuz.
Koleksiyoncular için mutluluk kaynağı esas olarak biriktirmek, sahip olmaktır; bazı koleksiyonlardaki ürünlerin kullanımı da mümkün değildir ayrıca. Ben esas olarak koleksiyonumdaki kayıtların insanlara bir biçimde ulaşmasından mutlu oluyorum. Tabii radyo programlarım bunun en büyük aracı, bana koleksiyonumdaki kayıtları binlerce insanla paylaşma olanağını veriyor. Yani meselâ şu radyo programını yapmıyor olsam ben, koleksiyonumun değeri çok düşer gözümde. Kayıtları kullanamadan dolaplara kapatmış olsam, ne güzelliği kalır ki? Diğer taraftan radyo programlarım dışında da müziği ihtiyaç duyanlarla paylaşmaktan hep mutluluk duydum. Konservatuvar öğrencilikleri sırasında bir kayda ulaşamayanlar, rol aldığı bir operanın değişik kayıtlarını arayan sanatçılar, bir oyunlarında kullanmak üzere bir operanın kaydına ulaşmak isteyen Devlet Tiyatroları hep bendeki kayıtları paylaşmaktan mutluluk duyduğum kişi ve kurumlar oldular.
Kayıtlarınızı saklama ve yerleştirme düzeniniz nasıl?
Koleksiyonumu uluslararası tasnif ölçütlerine göre, örneğin Gramophone dergisinin ölçütlerine göre düzenliyorum. Orkestral eserler, oda müziği eserleri, enstrümantal eserler, vokal-lied ve opera beş ana kategoriyi oluşturuyor. Bunları da kendi içlerinde sırasıyla ülke, kronolojik olarak besteci, besteleniş tarihine göre eserler olarak düzenliyorum. Aynı eserin çok sayıda kaydı varsa, onları da kayıt tarihlerine göre sıralıyorum. Tahmin edeceğiniz gibi koleksiyonumda bazen aynı eserin 15-20 tane ayrı kaydı oluyor. Örneğin Mozart’ın Don Giovanni operasının sanıyorum 22 ayrı kaydı var. Beethoven senfonilerinin toplu kayıtları da herhalde 20’nin üzerindedir. Koleksiyonculuk böyle bir şey işte. Müzik yönelimimin daha çok yorumcu sanatçılar üzerinden geliştiğini söylemiştim. Genel dizgeye aykırı olarak yorumcu sanatçılara ayırdığım geniş bir bölüm var, yani yaklaşık bir oda. Bunu da öncelikle enstrümana göre sıralıyorum; piyanistler, kemancılar, çellistler gibi. Kendi içlerinde de gene ülkelere göre bir sıralama var, yani Rus piyanistler, Alman piyanistler, Türk piyanistler gibi. Her ülkenin kendi içinde de tekil düzeyde sanatçılara ayrılan bölümler var, Yani Rus piyanistler içinde Rachmaninov, Richter, Gilels gibi…


Peki, ne dinleyelim?
Benim bir “yumak” teorim var. Bazen soruyorlar, müziğe özel değil ama genel olarak; hocam ne okuyayım? Nereden başlayayım? Ben de yumak yani ip yumağı örneğini veriyorum. Yani neresinden tutarsan tut diyorum, bir yerinden tut, o ipi takip ettiğin zaman seni bütün yumağa götürür. Dolayısıyla müzikte de aynı şey. Bir noktadan başla, o nokta seni başka noktalara götürür, eğer gayret gösterirsen, çaba gösterirsen, seversen…
Müzikte sevdiğiniz bestecilerden, sanatçılardan söz edebilir misiniz kısaca?
Sevdiğim besteciler zaman içinde değişiyor. Sevmediğini düşündüğün besteciyi zaman içinde sever hale gelebiliyorsun, tersi de oluyor. Ama sevmenin ötesinde, benim ruhuma yakın diye nitelediğim besteciler var; meselâ Schumann, Mahler, Faure, Grieg ve diğerleri… Onun dışında tabii ki sevdiğim çok besteci ve çok eser var, saymakla bitmez; ama bunlar çok yakın olanlar bana. İşte Richter koleksiyoncusuyum, Richter meraklısıyım. 40-50 senedir onun kayıtlarını biriktiriyorum, iki defa da izlemiştim kendisini. Kemancılardan en sevdiğim David Oistrakh. Bu isimlerin dışında sevdiğim onlarca piyanist, kemancı, şancı ve diğer sanatçılar var, saatlerce konuşsak zaman yetmez. Çağdaş müziği çok takip edemiyor, dolayısıyla çok dinleyemiyorum. Schoenberg’e kadar, o dâhil, oturup zevkle dinliyorum. Eskiden Romantik dönem birinci tercihimdi ama şimdi öyle bir dönem tercihi yapmamın da doğru olduğunu düşünmüyorum, çünkü her dönemden sevdiğim eserler var. Sonuç olarak şöyle söyleyeyim, gerek besteci gerekse yorumcu olarak ilgi yelpazem çok geniş, sevdiğim ve kayıtlarını dinleyip biriktirdiğim çok sayıda sanatçı var.
Tutkulu insan ilham verir diye bir şey vardır; sizin tutkunuz da bugün bizi çok derinden etkiledi.
Biliyor musunuz, tutku insanı geliştiriyor. Koleksiyonculuğun da hep “insanın nefsini terbiye ettiğini” düşünürüm. Şimdi benim 50 senedir böyle bir tutkum ve derin uğraşım olmasaydı, insanî gelişimim daha sınırlı kalacaktı. Açıkçası böyle, hakikaten formülasyonu böyle, insan bir şeylerle yaşıyor, gelişiyor, besleniyor… Hele böyle başka insanlarla diyalog kurmanıza da katkıda bulunacak bir tutku olunca; dinleyicilerle, sizlerle, başkalarıyla… Birlikte gelişiyorsunuz, hayatta bundan büyük mutluluk olur mu?
Ece Demirel
Comments